nazmi özüçelik

ZWEİG’LI DÜŞ(ME)LER

Gwen Harwood’u anarak

Tak etmiş! Bıkmışım hayatın acı sürprizlerinden.
Kuyu gibi karanlık bir deliğe düşünmeden atıyorum
kendimi. Hızla düşüyorum aşağıya.

Bir yeraltı boşluğundayım. Karanlık dibe
doğru çekiliyorum. Sessizliğin sesi ve ışıksızlığın
loşu beni sarıyor. Birden, onunla karşılaşıyorum.

Loşluğa rağmen, tanıyorum onu. Beni kırmıyor.
Birlikte yanak yanağa fotoğraf çektiriyoruz.
Nasıl çıkmışız diye bakıyorum. Ben yokum, o var.

Ona, “Stefan…” diyorum. Bu ne samimiyet der gibi
bana bakıyor. “Sayın Zweig, açık unutulmuş bir
sur kapısı olmasa, Türkler İstanbul’u alamaz mıydı?

Cevap yok. Onun yüzü metal bir paranın üstünde
şimdi. Parayı yavaşça yere bırakarak karanlığıma
dönüyorum. Durun! Sahnede bir hareketlilik var.

İki kafadar beliriyor. Parayı buluyorlar. Onları izliyorum.
İkisi de para üstünde hak iddiasında. Paranın turasında
Zweig’ın profilden portresi gözümü alıyor karanlıkta.

Yazı-Tura atılıyor. Para şanslıda kalacak. Yazı geliyor.
Kaybeden çamura yatıyor. “Bu para hileli. Ne kadar
atarsak atalım yazı gelir. Var mısın iddiaya?” Atıyorlar

parayı havaya. Bir daha. Yazı geliyor her defasında.
Şaşırmıyorum. Yeniden kendi karanlığımdayım.
Yoğun, zifiri bir hava tabakasında yüzüyorum;

duymadan, görmeden, dokunmadan. Kaybolan
algılarımın sarmalında, bir koku, kekremsi bir koku,
varlığım yiterken direniyor eşlik etmekte bana.

Aniden uyanıyorum. Koku hâlâ burnumda.
Kocam mutfakta kahvaltı hazırlıyor.
Ona sesleniyorum: “Bir şey mi yanıyor orada?”